Fakat karenin anlatı içindeki yeri hikayeninin bütünü açısından elbette önemli. Bu hikâye tam da “timing” denen kavramın karikatür ve çizgi roman sanatındaki değerine, ve karikatür yazar-çizerinin temel becerisinin bir kısmının bu maharette yattığına dair güzel bir örnek.
‘Timing’i “(doğru) zamanlama” diye özetleyebiliriz ama yetmez: Zamanlamayı doğru kullanmak, doğru zamanda başlatıp durdurmak, doğru süreyi tanımak... hatta sahne, plan, kare, bakış vb tüm anlatı unsurlarında, tabir caizse, “zamanı gediğine oturtmak” diyelim...
Daha fazla bekletmeden hikayeyi kaçırmış veya unutmuş olanlara Uğur Gürsoy’un bizi Fırat’la birlikte o travma anına nasıl iyi bir timing ile götürdüğünü görelim:
Her şey bir çocuğun en masum anında karnının acıkmasıyla başlar. Annesinin hiç çıkmadığı o “elini kaldıracak halim yok” durumunun katkısıyla olaylar gelişir....
Oyuncak olarak basit bir sopayla yetinen Fırat en keyifli haliyle kendisine salçalı ekmeğini verecek olan babaannesini bulmaya gider. Neşesi söylediği şarkıya da yansımaktadır (şarkının içeriğine ayrıca değinmek gerekir, zira çocukların beynine nelerin nasıl işlendiğinden başlayarak çocuk aklının bunları ne güzel çarpıttığından geçerek apayrı ve upuzun bir yola, bütün bir tarih inşasının hikâyesine saptırabilir bizi).
Salçalı ekmek vaadiyle ilerleyen Fırat babaannesine yaklaştıkça neşe unsuru yavaş yavaş kendini "gerilime" (suspense) bırakır. Fırat'ın şarkısı da, aralarda "babaannee" çığırmaları sürerken, yerini bir Bernard Herrmann bestesine bırakmıştır artık. Timing'deki ustalık yavaştan kendini belli eder...
Travma anı... Tıpkı çocuğun gördükleri karşısında donakaldığı gibi görüntü de donar. Bu ana ancak kesif bir sessizlik hâkim olabilir. Her şey bir anlığına ama asırlar sürüyor hissini vererek durur...
Ve son kare... travma anından sonrası... eline bütün olayın müsebbibi yarım-ekmeğe-salça tutuşturulmuş Fırat, kendine gelememiş, o görüntü gözünün önünden bir türlü silinmemiştir...